Ekonomi Notları - 30
Ömer Madra: Hoş geldin, iki hafta aradan sonra buluşmak iyi geliyor. Dünya ekonomisine genel bir bakış mı atıyoruz?
Şerif Erol: Bir geziden sonra dünya ekonomisini konuşacağız herhalde değil mi?
Hasan Ersel: Evet, biraz da o gezi ile ilgili…Özel bankaların dünya ölçüsünde bir birliği var: Uluslararası İktisat Enstitüsü (International Institute of Finance). Bu kuruluşun iktisadi danışma komitesinin (Economic Advisory Committee) toplantısı vardı. Bu toplantıda dünya ekonomisi, bölge ekonomileri üzerine yapılan çalışmalar, sonuçlar, öngörüler sunuluyor…İlginç bir toplantı, insan oraya gidince çok şey öğreniyor. Bu toplantıda öğrendiklerim ışığında 2003’e bir bakalım diyorum. Türkiye açısından dünya ortamının nasıl olacağı önemli. Tabii ana noktalara yönelen, sınırlı bir bakış olacak.
Önce ABD ekonomisinden söz edeyim. Amerikan ekonomisine ilişkin çok çelişkili açıklamalar duyduk şimdiye kadar…Büyüyemiyor dendi, tersi söylendi… Orada bu konuda yapılan birden fazla sunumda olumlu bir hava vardı. Amerikan ekonomisi büyüyecek gibi gözüküyor. Üzerinde durulması gereken ilk nokta bu. Hem enstitünün kendi yaptığı çalışmalarda hem de Amerika’nın önemli bir bankası olan Bank One’ın baş iktisatçısının sunumunda, Amerikan ekonomisi için olumlu bir yol çizildi. Enstitünün öngörüsü "ABD ekonomisi %3 civarında büyür” biçimindeyken Bank One’ın öngörüsü %3.3 gibi bir rakam. Bu iyi mi kötü mü diye sorarsanız, her iki çalışma da 2002 için olan büyümeden aşağı yukarı 1 puan daha fazla büyüme öngörüyor.
Buradaki senaryolarda en önemli yeri tutan konu "Irak’ta bir çatışma olursa ne olur?" Yanıt, olayın niteliğine göre değişiyor. Eğer bu kısa ve sınırlı bir olay biçimde olacaksa bunun ABD büyümesi üzerindeki etkisi pozitif oluyor. Kamu harcamaları biraz artıyor, özel harcamalar düşmüyor, petrol fiyatları üzerindeki şok kısa dönemli ve çok büyük oranda olmayan bir artma biçiminde ortaya çıkıyor.
Biraz önce Kıbrıs’tan bahsederken “tarihler önemli” deniyordu. Bu olayda da öyle: Örneğin dünya petrol talebinin en yüksek olduğu zaman şimdi (kışa giriş), sonra düşmeye başlıyor. Dolayısı ile şimdi bir askeri harekat olsa dünya petrol fiyatları fırlayıp gidebilir. Ama bir müddet sonra –petrol talebinin düşmekte olduğu zamanda- olursa etki daha az olur. Bununla her şey petrol fiyatları üzerindeki etkiye göre hazırlanıyor demek istemiyorum. Ancak, ekonomi üzerindeki etkileri hesaplarkan “Kasım ayında fiyatlar şöyle oldu, o halde Şubat’ta da şöyle olur” demenin yanlış olduğuna dikkati çekmek istiyorum.
Gelelim Avrupa’ya; Avrupa’nın da büyüme hızı artıyor gelecek yıl için. Bu sene %1’i zor tutturacak, (% 0.7 tahmin ediliyor) Ama gelecek yıl % 1.6’ya çıkacağı tahmin ediliyor. Ama Avrupa’nın büyümesi ihracattan kaynaklanıyor, yani iç talebi pek büyümüyor. Bu yüzden de Avrupa’daki büyümenin biraz daha zayıf bir büyüme olduğu söyleniyor. Bu da bizim için önemli, büyümenin kaynağı ihracat ise, yani iç talep değilse, bizim Avrupa'ya ihracat yapma olanağımız sınırlı kalacak demektir. Buna dikkat etmemiz gerekiyor.
Japonya her zamanki gibi… Büyüme zayıf. Ama hiç olmazsa ekonominin yönü daralmadan büyümeye değişiyor. 2002 yılında % -0.4 olan daralma oranı yerine 2003'de % 0.6 olacağı tahmin ediliyor. Çok zayıf bir büyüme…
Gelişmekte olan ülkelerde büyüme hızı ise % 3’den % 4.2’ye çıkıyor. Bu iyiye gidişte de önemli olay, Latin Amerika'nın yönünü değiştirmesi. Latin Amerika’da büyüme başladı, eksiden artıya geçiyor. Asya ülkelerinde büyüme hızı aşağı yukarı aynı düzeyde kalıyor. Gelişmekte olan Avrupa denilen ülke gurubunda da durum aynı. Afrika ve Ortadoğu’da biraz büyüme oluyor.
Sermaye hareketleri öngörüleri
Dünyanın havası böyle. Bizi ilgilendiren ikinci nokta sermaye hareketleri, yani gelişmekte olan ülkelere sermaye hareketleri ne yönde olacak diye bakıyoruz. Oradaki görünen de olumlu… Bu ülkelere yönelen sermayenin miktarı 2002 yılında aşağı yukarı 119 milyar dolarmış (Son dönemdeki en düşük rakam). 2003 yılında bu 148 milyar dolara çıkacakmış. Görece en önemli artış Latin Amerika’da gözüküyor. Buna karşılık en büyük rakam Asya-Pasifik bölgesininki, tam 63 milyar dolar.
Bu olumlu hava görünüm Türkiye'nin de kolaylıkla sermaye temin edebileceği anlamına gelmiyor, ne yazık ki… “Bundan Türkiye yararlanabilir mi yararlanamaz mı?” ayrı bir konu olarak gündemde. Ama “gelişmekte olan ülkeler dünyasından kaçan para geri gelmeye başlıyor" denilebilir… Bizim bundan yaralanabilmemiz becerimize bağlı.
Peki sermaye hareketlerinden en çok hangi ülkeler yararlanıyor? Burada en önemli sermaye akımı kalemi ortak olmak üzere gelen sermaye. Yani borç olmayan sermaye girişleri. Doğrudan yabancı yatırımlar bunun en büyük kalemi. Burada ilginç bir durum var. 2000-2002 yılları ortalamsına baktığımızda gelişmekte olan ülkelere yönelen bu tür sermayenin % 80'i dört ülkeye gittiği ortaya çıkıyor. Dünyada gelişmekte olan ülkelere giden bu tür sermayenin % 39'unu Çin, % 22’sini Brezilya, % 16’sını Meksika ve % 6’sını Polonya alıyor. Türkiye'nin payı yüzde olarak ölçülemediği için listede yok bile…
ÖM: Bir önceki konuya tekrar dönebilirsek, dünya ekonomisinin her tarafında pozitif rakamlar ortaya çıkıyor, hatta Afrika bile dedin yanılmıyorsam... Şimdi, bu büyümenin olması, devam eden sürekli bir büyümeden bahsediyoruz zaten son on yıllar boyunca, fakat aynı zamanda da büyük bir açlık probleminin, felaketlerle dolu tablolar da birbiri ardından yayınlamaya devam etmesini engellemiyor. “Büyüme kendi tanımı itibarı ile iyi bir şey mi, değil mi?” sorusunu da burada, ben çok naif ve cahilane bir şekilde dile getirmek istedim.
Birinin büyümesi, ötekinin yoksulluğu
HE: Şuna dikkat etmek lazım önce. Asya grubunu örnek olarak alalım: “Asya’da büyüme hızı arttı” denildiğinde bu sonucu sadece Çin’in büyüme hızı artıp diğer hepsinin düştüğü bir ortam da sağlar. Çünkü Çin’in ağırlığı çok fazla. Afrika’da da bazı ülkeler kendilerini toparlayabilirler, diğerleri ise küçülmeye devam edebilirler. Üstelik bu ülkeler küçüldükçe de bölgenin milli geliri içindeki ağırlığı da düşecektir. Büyüyen ülkelerin performansı giderek Afrika'nın performansı gibi görünecektir.
İkinci olarak, bir ülke büyürken ülkedeki gelir dağılımını çok bozmak da mümkündür. Öyle olabilir ki, bir tarafta açlıktan ölen insanlar bir tarafta da lüks içerisinde yaşayıp, fazla gıda almaktan hastalanan insanlar olabilir. O yüzden büyüme tek başına bir refah göstergesi değildir. Benim bilebildiğim kadarı ile hiçbir iktisat okulu da büyümeyi tek başına bu amaçla bir gösterge olarak kullanmamaktadır.
ÖM: Tam da sormak istediğim konu bu işte: Çok global, konseptüel olarak, kavramsal bakışla baktığımız zaman, sürekli olarak büyümenin pozitif bir işaret olduğunu ve sürekli olarak büyümemiz gerektiğini söyleyen bir düşünce paradigması içindeyiz aslında çok uzun zamandan beri. Ama bu, BM başta olmak üzere ilgili uluslarası kuruluşların da raporlarında belirttiği gibi, dünyadaki besin problemini, açlar –varsıllar ayrımı sorununu çözebildiğimiz anlamına gelmiyor ne yazık ki. Özellikle de açlık sorununda artık neredeyse havlu atacak düzeye gelinmiş gibi: BM Besin, Nüfus, Tarım vb. kuruluşlarının son raporları neredeyse çığlık çığlığa: “2015’e kadar açlık sorununu yarıya indiririz” şeklindeki amaçların artık tamamen bir kenara bırakılması gerektiğini, hatta bırakın azaltmayı, işin daha da kötüye gidebileceğine dair çok karamsar raporlar çıkıyor. O zaman, bu büyüme paradigması tekrar sorgulanmaya ihtiyaç gösteren bir hale gelmiyor mu?
HE: Geliyor, çünkü bazı kavramlar iktisatta belli gelir düzeylerinde anlam kazanır. Örneğin tüketicinin tercih yapması. Hep anlatıyoruz ya “tüketici tercih yapar, o malı mı bu malı mı tüketeceğine karar verir” diye. Bu ancak bir insanın tercih yapma lüksüne ulaşabileceği gelir düzeyi için geçerlidir. Bu konuda en önemli katkıları yapan Gerard Debreu’ye sordukları zaman “Ben açlık sorunuyla karşılaşan insanların elma mı yiyelim, baklava mı yiyelim diye bir problemi olduğunu söylemedim. Bu durumda böyle bir çözümlemenin anlamı yok" gibi bir yanıt vermişti. Gerçekten de o durumda tercihlerden değil, alınan kaloriden söz etmek gerekir.
Kıtlığın nedeni, iktisadi hatalar
Bu sözünü ettiğin durumun iktisatta da karşılığı var. Kıtlıklar… 2-3 yıl evvel Nobel İktisat Ödülünü alan büyük Hintli iktisatçı Amartya Kumar Sen’in kıtlıkların iktisadi analizi üzerine çok önemli çalışmaları vardır. Sen, 20'nci yüzyıldaki kıtlıkların, genelde mal yokluğundan değil, iktisadi hatalardan olduğunu göstermiştir.
Geçmişte büyük kıtlıklar olabilir, kuraklıklar olmuştur, ama XX. yüzyılda durum öyle değil. İnsanların ölümüne iktisat hataları yol açmıştır. Bu çok önemli bir saptama… Çünkü yiyecek yoksa tamam, yapacak bir şey yok… Ama yiyecek varken kıtlık ortaya çıkıyorsa, bir dağıtım sorunu var demektir. Çözülmesi gerekir.
Bu bir yeniden dağılım sorunun gündeme getiriyor. Sanırım bu bağlamda büyüme önemli. Büyümeyi sağladığınız zaman gelirin yeniden dağılımı ya da bazı insanlara destek şeklindeki programları daha kolay yürürlüğe koyabilirsiniz. Çünkü herkesin geliri artmakta, durumları iyileşmektedir. Ama gelir artışı olmadığı zaman, toplumsal huzursuzluğa yol açabilir, bu defa toplumun geliri görece yüksek olan kısmında kalanından direnme gelebilir. Başka bir deyişle gelirin yeniden dağılımının toplumsal maliyeti yükselebilir. Onun için gelir artışı bu süreci bir miktar rahatlatan bir şey. Gelir artarken refahı arttıracak yeniden bölüşüm programlarını yürürlüğe koymak görece daha kolaydır.
ÖM: Tabii bunun belirtileri var mı, yok mu, ona ayrıca belki de daha geniş bir tartışma yeri ayırmalıyız, çünkü en azından sıradan, sokaktan düşünen, bakan biri olarak benim için pek bu belirti gözükmüyor. Öbür trende gelirsek, gelir dağılımını, kaynak dağılımını yeniden düzenleyici bu büyümenin yanısıra yapacak mekanizmalar gündemde yok gibi gözüküyor ama bu herhalde uzun ve ayrı bir tartışma konusu.
HE: Onlara hem ulusal hem de küresel düzeyde bakmak lazım, çünkü mekanizmaların bir kısmı ulusal, ancak ulus-devlet kendi içinde bunu yapabilir. Bir kısmı da küresel ölçekte önlemler ya da düzenlemeler gerektiriyor. Ticaret hadleri ne yöne doğru dönüyor, ticaret üzerindeki kısıtlar çok fakir ülkeleri mi yoksa çok zengin ülkeleri mi vuruyor? Böyle küresel sorunlar var.
Hükümet programında olumlu görünenler
ÖM: Peki, bu konuyu burada bırakalım. İkinci konu ise şu: Yeni hükümet programında, ekonomide neler olabileceği konusunda bir şeyler söylemek mümkün mü?
HE: Çok kısa olarak söyleyebileceğim şu var: Hükümet diyor ki “Bizim ekonomimizde bir makro istikrar problemi vardır ve bu problemin çözümü önceliklidir. Buna ağırlık vermemiz lazım.” Bu önemli bir nokta ve AKP hükümetini daha önceki Refah Partisinden ya da Fazilet Partisinden ayırt eden bir özellik. Onlar salt büyümeci programlar savunuyorlardı, makro istikrar konusuna da pek önem vermiyorlardı. Oysa AK parti programında “istikrar problemini çözmemiz lazım, aksi takdirde bu ilerlemez” deniyor. Bunun pratik sonucunu söyleyeyim, demek ki hükümet IMF ile bir çatışmaya girmek niyetinde değil. Tabii bazı ufak tefek tartışılacak konular vardır, oralarda değişiklik olabilir. Bu normal. Öte yandan bu tutumun mali piyasalara verdiği sinyal de olumlu: “demek ki, dramatik hatalar yapılmayacak, enflasyonun fırlamasına izin verilmeyecek” biçiminde.
İkincisi, piyasa mekanizması konusunda program açıkça “bu işler piyasa mekanizması yolu ile çözülür”, diyor. Ama piyasa mekanizması içerisinde devletin rolünün yeniden tanımlanıp, ona göre yapılandırılması yoluyla daha etkin bir araç olarak kullanılmasına da çok yer veriyor. Bu ise 1990’ın başından beri Türkiye’nin uygulamakta olduğu yeniden yapılanma programının ana fikri. Bunu aynen benimsiyor ya da benimsemiyor, o ayrı mesele ama ana fikir bu. Bu fikrin benimsenmesi de ayrı bir olumlu nokta. Demek ki politikalarda bir süreklilikten söz edilebilir.
Üçüncü olarak, hükümetin bir temel kaygısı yer alıyor programda. O da şu: “Ülkemizde gelir dağılımı çok bozuldu; emekçiler, az gelirliler çok kaybetti, bunu düzeltmek lazım” diyor. Bu popülist bir söylem. Yalnız popülist derken kötü anlamda söylemiyorum…Görece az gelirli geniş kitlelere yönelik olmak anlamında kullanıyorum, bu deyimi. İkincisi “tarım meselesi önemli, tarımda çok büyük eksiklikler var, bunu da düzelteceğiz” diyor.
Olası sorunlar
Şimdi iki saptama yapayım: Bu önermeler kullandığım anlamda popülist. Açıkça gelir dağılımını, gelişme sürecinden son zamanlarda zarar edenlerin lehine çevirmek üzere bir şeyler yapmaya yönelik. Ama öbür taraftan da, bunu yaparken dengelerini koruyacağını ve bu nedenle de bunu yavaş yavaş yapacağını söylüyor, “Olanaklarım oldukça bunu yapacağım” diyor. Bir de “piyasa mekanizmasını işleteceğim” diyor. Dolayısı ile bunu yaparken, piyasa mekanizmasının işleyişi için gerekli hukuku bozmayacağını –mülkiyet hakları, vs- söylüyor.
Programdan benim edindiğim izlenim; özlemi -haklı olarak- gelir dağılımını düzeltmek. Ama piyasa mekanizmasının işleme kurallarına uyma gereğinin ve makroekonomik istikrarın sağlanmasının çok önemli ve aynı zamanda özlenen sonucu çabuk almayı engelleyici kısıtlar olduğunu, hatta özlenen sonuçlara ulaşmayı engelleyebileceğini de sezmiş bir program. Özetle ekonomik istikrar ile ekonomide gelir dağılımını görece fakir olanlar lehine değiştirecek önlemleri alma arasındaki ödünleşim programın temel sorunu. Büyüme bu çerçeve içinde ele alınmalı.
Şimdi uygulamada hangi sorunlar doğabilir diye düşünebiliriz. Hükümet, kamu kesimindeki reformlara ağırlık vermek zorunda. Bence, kim iktidara gelirse gelsin böyle davranmak zorunda idi. Ama kamu kesiminde reform yapmak yapının değişmesi, sunulan hizmet biçiminin değişmesi demektir. Bu kolay bir iş değildir. Kamuda istihdam edilen insan sayısının düşürülmesi gerekiyor. Ne olsa toplumda rahatsız doğurabilir bir konu. Bütün bunlarla uğraşılması gerekiyor. Bana kalsa bu program ile hükümet zor bir yola girdiğini itiraf ediyor; yolun zor olduğunun farkında olduğunu da ortaya koyuyor.
ÖM: Hükûmet programı üzerine, ancak böylesine genel birkaç şey söylemek, şimdilik yeterli herhalde.
HE: Evet, fazla konuşmak da haksızlık olur, sonuçta program ana çizgileri koyuyor. Daha etraflı bilgiler yok, sözgelimi “şu tarihte bunu yapacağız, şu kaynağı oradan buraya aktaracağız” gibi ifadeler programda yer almıyor, alamaz da. Bu nedenle daha baştan, bunları yapmak için kaynak bulunabilir mi bulunamaz mı gibi bir soru yöneltmek anlamlı değil. Bu tür konular 2003 bütçesinde açıklığa kavuşacak. Örneğin hem faiz dışı kamu kesimi dengesinin milli gelirin % 6.5 kadar fazla vermesi sağlanacak hem de bazı harcama artışları öngörülüyor. Demek ki bir gelir artışı da sağlanacak. Peki nereden ve nasıl? Bu konuları bütçe açıklandığında tartışmak gerekir.
ÖM: Esas itibarı ile istikrar ve gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi kurduğunu vurgulamakla yetinelim.
(28 Kasım 2002 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)